Turkcell milli takımda milleti oynatıyor.
Bu reklam hoşuma gidiyor.
Terim de etkilenmiş.
Belli.
İspanya 11’i “80 milyon” dedi.
Mesaj açık.
Kim oynarsa oynasın farketmez.
Sonra…
İspanya’daki 11’le oynadı.
?
Maç ahı gitmiş vahı kalmış 20 binlik Ali Sami Yen’de oynandı.
?
Ve…
Milli takımın son maçında 11’i ‘1’di.
Ali Sami.
Ve…
Bence.
***
Herkes büyük düşünüyor bu ülkede.
Hesapta…
İktidar partisinin sloganı da bu.
Büyük düşünmeliymişiz.
Atıp tutarken kolay bu.
Sonra…
Hesap kitap filan…
Ve…
Küçülüyor düşünce.
Ali Sami Bey canlanıp “İspanya’yı bana bırakın” demediyse hiç bir sebep Ali Sami Yen de milli maç oynatılmasını haklı göstermez.
İşte…
Ali Sami de yenemedi.
Eeee?
Milli maç öncesinde türbelere forma mı bağlayalım bundan sonra?
Türbe taşlarına futbol topu mu sürtelim?
Kırmızı beyaz kağıtlara 3 puan yazıp okuyup üfleyip denize mi atalım?
İlk milli maçın top toplayıcıları üfürükçülerin torunları arasından seçilirse ben şaşırmam.
Bu hurafemsi işlerin bir sonrası da bu.
Ve…
Kim, niye Ali Sami Yen’de oynattı bilmiyorum.
Valla.
Lafım ortaya.
Kim alırsa…
***
Bu statta GS ömür boyu oynayabilir, kalıntıları arasında bile oynayabilir, onlara farklı, değişik duygular tattırıyor bu stat.
“100 yıllık aile her tarafı hatıralarla sarrrılmış evini terketmiyor, bu evde ölmek istiyor“ gibilerinden duygusal bir hikaye bile uydurulabilir.
Hoş bile olur.
Best-seller bile olur.
Romeo ve Juliet’in sıradan aşkının hikayesini Shakespeare yazınca oturdukları eve yüzlerce yıl sonra 10 euroya giriliyor.
Para da var bu işin ucunda yani.
GS Şekspirini bulursa, yazılırken parasızlıktan yarıda kalmazsa para bile kazanabilir bu hikayeden.
GS için bu stadın önemi ayrı.
Biliyorum.
Saygılıyım.
Ama…
Bu statta milli maç oynanmaz.
Milli misafir çağrılmaz.
Bu stada millet çağrılmaz.
Bu olmaz
Ve…
Son olsun bu.
***
İnönü stadı konumu olarak dünyada tek.
Eşsiz.
Hangi yoldan gelirse gelsin geleni büyülüyor.
Ben orada oynatırdım.
İspanyolları Four Seasons’dan (orada kaldılar) stada getirene kadar fena halde hırpalardım.
İstanbul’la hırpalardım.
Boğaz’la…
Çırağan Sarayı’yla…
Dolmabahçe’yle …
Gümüşsuyu’ndan inerken karşılarına çıkan o fotoğrafla…
Filanla falanla…
Fena hırpalardım.
Alırdım akıllarını başlarından.
Filanı falanı da Sultanahmet, Topkapı filan falan…
Ve…
Hala filanı var.
Falanı da…
Düşünün.
Ve…
Nasıl bir şey bu İstanbul ya!
***
Ya da Saracoğlu.
Önce tekneyle otele…
Sonra ‘ola’…
Sonra ‘vamos amigos’…
Sonra saraylara, kızın kulesi’ne, yalılara teğet…
Sonra Moda…
Adalara uzaktan bakış…
Sonra Kalamış…
Filan falan…
***
İstanbul’a mutfağıyla gelen ve Çırağan’ın mutfağına eziyet eden Juventus’un şımarık ahçısını bir balık lokantasına götürüp meze ve balık yedirerek dövmüştük.
Son yumruğu 100 gram pastırma ile atmıştım.
Hala sorar” neydi o yediğim” diye?
Kuzu gibiydi giderken.
Gelelim stada.
Son anda gitmek istedim, yer kalmamış, akredite olamadım.
Davetiye buldum.
Üstünde özel tribün yazıyordu.
Şeref’in hemen yanı…
Özel misafirler içinmiş.
Bu kadar hırtı, hanzoyu, küfürbazı bir arada görmemiştim uzun zamandır.
Köpek bağlasan durmaz.
Moktan bir çay ve kahve sistemi…
Karton bardak da sıcak su, içine poşet…
Çay mı bu?
Çay.
Yuh!
Karton bardakda sıcak su, içine bir kaşık kahve…
Kahve de bu.
Hem de çay, kahve ülkesinde.
Yuh!
Leş gibi ter kokusu, itiş kakış arasında bir de kuyruğa giriyorsunuz bu berbat şeyi içmek için.
Yuh!
Tuvaletler çağ dışı.
Popo popoya insanlar…
Bir kadın görünce gözü dönen bir sürü adamın arasında sıra bekleyen kadınlar.
‘Küçüğün’, ‘büyüğün’ kokusu birbirine karışmış.
Leşşşş!
Koltuklar zevksizlik numunesi bir şeyle kaplanmış.
Şeyle…
Ne bileyim ne?
Bu bizim bölüm.
İspanyolların olduğu yer farklı mı?
No!
Şeref’in diğer yanı…
Tıpatıp aynı.
Ve…
Her an koca farelerle karşılaşabileceğiniz küf ,lağım kokan, cayır cayır bağıran yeşil bir şeyle kaplı ruh daraltıcı koridorlar…
Şeyle…
?
Bitmedi.
İçeri gireni “biraz sonra biri gelip burada bana tecavüz etse n’aparım “diye düşündürten basın toplantısı odası…
***
İyi bir şey olmadı mı orada?
Oldu.
Gitmişken rahmet okudum.
Takıma değil.
Ali Sami Bey’e…
***
Milli takıma gelince…
Saha da sorun yok.
Öyle gözüktü.
İyi futbolcuları ve iyi bir teknik direktörü var milli takımın.
Her takımla başa baş oynarlar.
No problem.
Sorun saha dışında.
Millet takımından kopmuş.
***
Üç büyükler üçe böldü bu milleti.
Millet tuttuğu takımı milli takımdan daha çok seviyor.
Rakibinin futbolcusundan nefret ediyor.
Ve…
Bu bir tespit, yorum değil.
Milliler medya ve milletle olan hesabını hep en kuvvetli oldukları anda- kazandığında- gördü bugüne kadar.
Kore-Japonya’yı hatırlayın.
Kaybettiğinde de millet ve medya onlarla olan hesabını görüyor.
Men dakka dukka.
Böyle denir.
Ve…
Bu işler böyledir.
Madrid de iyi, İstanbul’da çok iyi oynadılar.
Alkışlanmaları lazımdı.
Alkışlanmadılar.
Homurtular vardı.
Sebep bu.
Millet takımına takık.
Hesabını görüyor.
***
Kore – Japonya’da abileri bize inananların desteği mesteği diyerek bizi ‘inananlar -inanmayanlar ‘diye ikiye böldüler.
‘İmanlı imansız’ diye takım bölündü.
‘İmamlı imanlı -imamsız imanlı ‘diye imanlılar da bölündü.
Sonra İ.Mansız altın golü attı.
İmamsız imanlıydı o.
İmansız muamalesi gördü.
Ne karışık değil mi?
Evet.
Böyle karıştı işler.
Böyle geldi buralara.
***
Milli takım kaptanı Turkcell’le yapılan toplantıda genel müdürden takım için birer cep telefonu istedi
İyi niyetliydi belki.
Ama…
Prim kavgaları, pazarlıklar filan…
Millet bir kere kıl kapmış.
Zaten bugünlerde herkese ‘ver gelmiş’.
Para yok.
Kriz, seçim meçim…
Zaten sinirler laçka…
Biri bağırdı maçta…
Telefon isterken aslan gibisiniz, gol atın gol!
Ve…
Rahatladı.
***
Milli takım, milletin takımı, millet sevmek istiyor takımını.
Sevdirsinler kendilerini.
Lütfen.
Bölmüşlerdi bizi, birleştirsinler tekrar.
Lütfen.
Birleştirmek bölmekten daha kolay.
Denesinler.
Lütfen.
Ve…
Nokta.